26 Şubat 2010 Cuma

!f 2010'un Ankara ayağı başladı.



!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin Ankara ayağı 25 Şubat Perşembe günü başladı.

Keş!f, Hit Filmler, Erkeklik Halleri, Sesli Yaşam, Fantastik Filmler, Sessiz ve İsyankar, Dünyanın Çivisi, “Açılım”, Gökkuşağı, !f Kült, !f Kısalar, Nöbetçi Sinema ve Özel Gösterim bölümleri altında birçok bağımsız yapım Ankaralı seyircilerle buluşacak.

Gösterimler CEPA Alışveriş Merkezi’ndeki AFM salonlarında gerçekleşirken, Türkiye’den Kısalar bölümündeki kısa filmler de Ankara Üniversitesi (AÜ) İletişim Fakültesi (İLEF), ODTÜ Görsel İşitsel Sistemler Araştırma ve Uygulama Merkezi (GİSAM) ve Türk-İngiliz Kültür Derneği’nde (TBA) izlenebilecek.

Ankara'daki program, 25-28 Şubat tarihleri arasında, 4 gün sürecek. 

Bilet fiyatları tam 12 TL, öğrenci 10 TL. Hafta içi saat 19.00’a kadarki gösterimler ve yerli filmler 5 TL iken 21.30 - 22.00 seansları 13 TL.

Program için; http://www.mybilet.com/if2010.php

25 Şubat 2010 Perşembe

Art By Chance 2010


HAREKETE GEÇME ZAMANI
Dünya filminle karşılaşmaya hazır!

ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali 2009 yazında Mayıs-Temmuz ayları arasında 13 ülke, 70 şehirde yer aldı ve 1 milyardan fazla insanla buluştu. Herkese ulaşma ve onları sanatla buluşturma iddiası taşıyan festival aynı anda farklı coğrafyalarda milyonlarca insanla buluşarak içerik ve büyüklük anlamında bir ilki gerçekleştirdi. 


ART BY CHANCE 10 Mayıs 2010'da birçok ülke ve şehirde yer alacak. ART BY CHANCE katılımı 30 sn uzuluğunda ZAMAN temalı filmleri bekliyor.


ART BY CHANCE 2010’da bu senenin teması ZAMAN. Metropollere yayılacak filmler modern insanın en büyük dertlerinden birinin şehir yaşamının kurgusunu nasıl değiştirdiğini ve zaman kavramının farklı belleklerde nasıl yer edindiğini keşfe çıkıyor. Kurmaca, belgesel, animasyon ve video art‘ın her örneğine açık olan festivalde katılımcılardan zaman kavramını 30 sn’de işlemeleri bekleniyor.Ayrıntılı bilgi için; http://turkey.artbychance.org/festival.htm

24 Şubat 2010 Çarşamba

Owen Wilson yeni Woody Allen filmi için imza attı.


Yönetmen Wes Anderson ile yaptığı başarılı işlerle tanınan Amerikalı aktör, bağımsız senarist/yönetmen Woody Allen'ın adı henüz belli olmayan 2010 Paris projesi için imza atan ilk isim oldu. Daha önce, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin eşi ünlü model/şarkıcı Carla Bruni, Allen'ın kendisine yeni projesinde rol önerdiğini ve tecrübesi olmaması rağmen teklifi kabul ettiğini söylemişti. Filmin konusu ise her Allen filminde olduğu gibi sır gibi saklanmakta.

Woody Allen'ın, başrollerini Anthony Hopkins, Naomi Watts, Josh Brolin, Antonio Banderas ve Freida Pinto'nun (Slumdog Millionare) paylaştığı son filmi " You Will Meet A Tall Dark Stranger "ın 2010 yılının sonbaharında gösterime girmesi planlanıyor.

20 Şubat 2010 Cumartesi



Dancer İn The Dark filminden küçük bir sahne..

Film 2000 yılında çekilmiştir. Filmin senaryosunu ve yönetmenliğini Lars Von Trier yapmıştır. Von Trier bir söyleyişinde uçak korkusundan dolayı hiç Amerikaya gitmediğini söylüyor. Amerikaya gitmeden bambaşka bir coğrafya da ortaçağ Amerikasını İsveç'de canlandırması takdire değer bir başarıdır. "Dancer İn The Dark" Cannes Film Festivali(2000)'nde "En iyi Fim Ödülünü" kazanmıştı. Filmde İzlandalı sanatçı Björk filmdeki oyunculuğuyla "En iyi Kadın Oyuncu" ödülünü aldı.

Filmin aldığı diğer ödüllere burdan ulaşabilirsiniz : http://www.imdb.com/title/tt0168629/awards

Bir dramı müzikalle bundan daha iyi anlatan başka bir film var mı acaba?

2 Şubat 2010 Salı

Köprüler,gazeteler ve mucizeler

Trende uçuyordu kahverengi gözleri ağaçlarla birlikte, uzaklaşıyordu. Camlara vuran yağmurla buğulanıyordu geçmişi. Adım adım ilerledi anıları bahçede. Hamağında uzanırken, ellerine baktı, avuçlarında küçük adımlarla ona yaklaşan kadının gözleri giderek büyüyordu.

“Bu gece gidiyorum”, dedi kadına, “biletim Paris’e”. Sonra geri döndü ve sanki bir anda kayboldu.

Ağır işlerden yorgun düşmüş nasırlı ellerini hissetmedi yüzünde, silemedi sanki gözyaşlarını. Parmaklarından akan su damlarının yol alışını izledi avuçlarının derin çizgilerinde.

Çantasından küçük bir kutu çıkardı ve orada zamanı hapsetmiş bir saate öylece baktı kaldı. Sonra saati okşar gibi dokundu, yıllar öncesinin bir ayrılık anını seyre koyuldu. Anne ve babası karşısındaydı. Babası yeleğinden çıkardığı saati ona uzatıyordu. Sarılmışlardı, Andreas’ın dolu gözleri yapışmıştı cama.

Köprünün altında güneş ateş renginde göründüğünde, üzerinden uçup giden gazete sayfaları onu sabah ayazıyla başbaşa bıraktı. Yerinden kalktı, sendeleyerek musluğa kadar yürüdü, sonra ceplerini yokladı, hiç parası olmadığı anladı, sessizlik onu üzmedi, merdivenlere yöneldi.

Artık her sabah, nehrin kenarında böyle başlıyordu her şey.

Karşısında biri duruyordu şimdi. Merdivenlerden ağır ağır inişini gözlemişti adamın. Elinde bastonu, melon şapkasıyla etrafa bakıyordu. Yüzünde garip bir ifade vardı, sanki hem gülüyor, hem de ağlıyordu. Andreas’a döndü ve:

“Bir ihtiyacınız var mı”, diye sordu.

“Teşekkür ederim, kendimi iyi hissediyorum, dün akşam üzerimdeki gazeteyi okurken kendimi çok şanslı biri olarak düşünmüştüm...”, dedi Andreas.

“Sizi rahatsız etmek istemem, belki size bir yardımım dokunabilir. Zaman, hepimiz için dünyanın lütfetmesi ve mahrumiyetlerin toplamıdır. Yönümüzü neyin tayin edeceğini bilemeyiz bile. Mutlaka bir bağlantı kurulur sırlar arasında... ”

“Beni tanımıyorsunuz bile...”

“Önemli değil, bende fazla olan sizde hiç bulunmayabilir, şu sulara biraz eğilebilsek balıklara ulaşabiliriz, onlar da bizi görebilir; bakın size biraz para verebilirim.”

“Birkaç frank yeter bana.”

Melon şapkalı adam, elini ceketinin cebine atar ve cüzdanını çıkarır ağır hareketlerle:

“Size 200 frank verebilirim...”

“Ama size nasıl geri ödeyebilirim, bilmiyorum, adresinizi öğrenebilir miyim?

“Adresim yok, ben de köprüaltında kalıyorum, ama size bir rahibenin adını vermek istiyorum, paranız olursa bir pazar ayinden sonra ona verebilirsiniz.

Adam, parayı Andreas’a verir ve merdivenlerden çıkar, gözden kaybolur.

Andreas, kısa bir süre adamın arkasından bakar, şaşkınlığı geçince o da basamaklardan tırmanır, kendini caddeye atar. Karşıya geçer, hemen bir meyhaneye girer ve içmeye başlar, akşam olunca da bir otele gider.

Uzun zamandır yaşamadığı yeni bir hayata geçmiş gibidir. Küvete bırakır kendini...

Sabah olduğunda yine aynı yere gider, bir kahve, bir de rom söyler. Biraz sonra yanındaki masaya biri gelir, ona bir iş teklif eder. Hemen kabul eder Andreas, paranın yarısını da avans olarak alır. İki gün sonra da iki yüz frankı alır ve kendine nefis bir ziyafet çeker.

Ertesi gün yine aynı meyhanededir, akşama kadar içer yine, sonra otele gider orada da içmeyi sürdürür.

Sabah çan sesleriyle uyanır, birden pazar olduğunu hatırlar ve borcunu vermek için yola koyulur. Artık parayı ödeyebileceği için çok sevinçlidir.

Kiliseyi bulduğunda ayine kadar biraz zamanı olduğunu anlar, yine bir meyhaneye girer ve içmeye başlar. Çan seslerini tekrar duyduğu anda iskemlesinden düşer ve öylece kalır. Birkaç kişi onu kiliseye taşır. Yarı baygın karşısında rahibeyi gördüğünde elindeki parayı uzatmak için bir hamleye girişir, ama başaramaz, son nefesini verir.

sahne

Şehrin tramvayları beyaz bir örtünün içinde ilerliyordu. Genç kadın, gideceği yere daha iki durak olmasına rağmen yerinden kalktı, kapıya doğru ilerledi. Köşede, paltolarının içinde kaybolmuş iki çocuk konuşuyordu:
“Nefret ediyorum yatılı okuldan...”
“Ablam da nefret ederdi...”
“Eve gitmek ne güzel...”
Alice camdan kendini seyrederken çocukluk yıllarında karlar içinde yol alan kızağını görüyordu. Kırmızı beresi, ışıklar ve Vertov’un kamerasıyla parçalanan görüntüler hızla akıyordu. Bir adam iskambil kâğıtlarıyla oyunlar yapıyordu. Ellerinin çabukluğu şaşırtıyordu herkesi. Hüner ve sihrin büyüsü bir çocuğun gözlerinde hayat buluyordu.
Sonra kardeşiyle bir kuklanın gözyaşlarına tanık oluyordu. O da ağlıyordu sessizce.
Bir gece önce yine karlar içinde yürüyordu sayfalar arasında. Kırmızı lekeler kısa bir sürede beyaza dönüşüyor, uzaklardan bir şarkı duyuluyordu kesik kesik. Sonu anlaşılmıyordu.
Vera’yı kaybetmiş Boris’in çabaları, yazılarının satır aralarında yeni bir tarihin başlangıcı gibiydi.
Buzlanmadan öncesi...
Boris’in notlarında okuduğu anlatılamayan soğuk geceler bir kez daha üşütüyordu onu, Vera’nın ayak izleri şimdi onu tiyatroya götürüyordu. Boş sokaklarda hızla yürüyordu.
Salona girdiğinde birkaç kişiye selam verdikten sonra yan taraftan kulise yöneldi. Heyecanlıydı.
Ona sahneye çıkmadan önce iyi şanslar dilemeye gelmişti. Kapının önünde biraz durdu, söylemek istediklerini aklından geçirdi. İlk kelimelerin söylendiği, satırların yazıldığı saatler, birinci perdenin son cümlesi...
Ben sadece yolu biliyorum, rehber değilim...
“Kendimi senin beni gördüğün gibi düşünüyorum artık. Bu sadece kısa beraberliğimizin bir sonucu. Değiştiğimi de söylemek istemiyorum tabii, başka biri olamam zaten. İlk zamanlarda ruhsal sayılabilecek desteğini aldığım günlerin etkisi sürüyor hala.
Kendini sahneye hazırlarken, sana bunları söylemem ne kadar gereksiz olacak...”
Alice eve döndüğünde içinde garip bir duygu vardı. Sevgilisinin hem yazıp hem oynadığı oyun için çıkan bir eleştiri, onu birçok açıdan rahatsız etmişti.
Kendini huzursuz bir alanda, karışık, içinden çıkılmaz cümlelerle tuhaf bir kuyuya düşmüş gibi hissediyordu.
Anlamanın, tiyatronun incelikleri üzerine boşluklar o kadar fazlaydı ki...
Ama yine de tanıdığı bir yapıtı incelemenin zorluğuyla karşı karşıyaydı.
Aklı fikri oyundaydı; oyuncular geçiyordu gözünün önünden odanın içinde.
Birinci perdeden cümleler geliyordu.
Kendi sırlarını dışa vuracak kadar cesur değildi, kendi kurduğu dünyanın dışına itilmişti.
Çevresi boğuyordu sözcükleri.
Sandığa vuruyordu ışıklar...
Genç kadının sandığını açmaya hiç niyeti yoktu, yardıma da ihtiyacı yoktu.
Zil çaldığında hemen kapıya koştu Alice.
Sakladıklarını yıllarca kimseye göstermemişti.
Sürekli sandığa baktığını görüyordu seyirci.
Dalıp gitmişti lambaya.
Sadece geceleri nereye baktığını görüyordu seyirci.
Işıklar yandığında, alkışları duyuyordu.
Okuduğu yazıdaki kayıtsızlık, özensizlik öyle korkunçtu ki devamını getiremedi.
Onun hakkında yazı yazmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha düşündü. Aslında her şeyi yeniden ele alıp bir yanlışa düşmekten kurtarmaya çalışıyordu kendini, hem de yazıyı...
Tepeden bakan biri gibi yorumlayanlardan farklı bir stille sıyrılmak istiyordu. Çevresini saran birilerine benzemekten korkuyordu kalemi.
“Onlar ki istedikleri zaman ortaya çıkar” diyordu, “birilerinin gözüne girmek için çeşitli konularda gerekeni yapar, çevreye birçok değersiz insanı katıp kaybolurlardı.” Hatta ilerde, bazılarının satırlarına göz attığında da karşısında farklı bir oyundan bahsedeceklerinden emin gibiydi. Neler yazamayacaklarını görüyordu.
Yalan söylemenin, önemi yoktu onlar için, en büyük günah yetersizliklerini birinin ortaya dökmesiydi.
Kapıyı açtığında karşısında yorgun ama çok mutlu bir adam vardı, sarıldı...