7 Aralık 2010 Salı

MODERN TIMES
Charlie Chaplin’in bir makina işçisini canlandırdığı filmde, işçinin makinayla olan garip ilişkisine tanık olan patronu onu tedavi görmesi için bir hastaneye yatırır. Hastaneden çıktıktan sonra komünist göstericilerin arasına karışarak yanlışlıkla komünist zannedilir. Hapsi boylayan karakterimiz, bir yolunu bulup hapisten kaçtıktan sonra da başına bir dizi olay gelecektir.

Charlie Chaplin’in, arada ses efektleri bulunsa da, son sessiz filmi olma özelliğini taşıyan film Modern Zamanlar, modern topluma ve makina çağına getirdiği yerinde eleştirilerle halen güncelliğini koruyan klasik bir yapıt.


Gösterimimize herkesi bekliyoruz.Şimdiden iyi seyirler...

Gösterim Yeri: Selanik cad. 48/7 Kızılay-Ankara KİTAP KURDU KAFE

Gösterim Zamanı: 09 Aralık Perşembe · 18:30 - 21:00

Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki kaynaklardan yararlanabilirsiniz:

http://www.imdb.com/title/tt0027977/
http://en.wikipedia.org/wiki/Modern_Times_%28film%29

2 Aralık 2010 Perşembe

Yönetmenliğini Polonyalı sinema yönetmeni Krzysztof Kieślowski'nin yaptığı, Zbigniew Preisner'in ise müziklerini yaptığı bir filmdir. Adlarını Fransız bayrağının renklerinden alan üçlemenin diğer iki filmi ise, Üç Renk: Beyaz ve Üç Renk: Kırmızı'dır.

Filmde, bir kaza sonucu kızını ve besteci olan kocası Patrice de Courcy'yi yitiren Julie'nin yaşama tutunma çabası anlatılmaktadır. İlkin ailesinin yokluğuna dayanamayan Julie intiha
ra yeltense de, daha sonra bakış açısını değiştirip, kocasının ölümü nedeniyle yarım kalan bir bestesi üzerinde çalışmaya ve onu tamamlamaya karar verir. Avrupa Birliği'nin kuruluşunu kutlama amacını taşıyan bu bestenin tamamlanmaya çalışılması sürecinde, eski çevresinden ve arkadaşlarından kopar ve besteci kocasının sağlığında yardımcısı olan Olivier Benoit ile yakınlaşır.

Fransız devriminin dayandığı temellerden özgürlük temasını ele alan, üçlemenin ilk filmi olan Üç Renk: Mavi filmine , tüm sinemasever arkadaşlarımızı bekliyoruz.

Şimdiden iyi seyirler...

Gösterim Yeri: Hacettepe Üniversitesi Sıhhıye Kampüsü Tıp Fakültesi- Beyaz Amfi
Gösterim Tarihi: 06.12.2010
Gösterim Zamanı: 18.00-21.00

Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki kaynaklardan yararlanabilirsiniz:

http://www.imdb.com/title/tt0108394/
http://en.wikipedia.org/wiki/Three_Colors:_Blue

20 Kasım 2010 Cumartesi

Taş bir sözcük düştü parçalandı
Henüz yaşayan göğsümde
Zararı yok, ben zaten hazırdım
Gelirim bunun da üstesinden.
– Anna Ahmatova

Anna Ahmatova, şöyle yazıyordu:

“Ben bizim kadınlarımıza nasıl konuşulması gerektiğini öğrettim, ama onları sessizleştirmenin nasıl olacağını bilmem.”

İşte... yazın hışırdayan sıcak soluğu

Bayram gibi sarıyor pencereyi.

Ben çoktan sezmiştim bu

Aydınlık günü ve boş evi

•••

Hedeflerinin neler olduğunu söyleyen, tarihsel olarak da ispatladığını düşündüğümüz ya da saydığımız nice kişinin gerçekte neleri söylemediklerini ve yenemedikleri korkularının gizli damarlarının sinir uçlarını araştırmak için yola çıkmıştı sanki Boris. Bir görüşe göre de, üniversiteye bu yüzden girmiş, sekiz yılda üç tez hazırlamış, ama hiç kabul görmemişti zavallı Boris. Oysa ölümünden dokuz yıl sonra St. Petersburg’da yayımlanan bir dergide ondan ‘geleceğin habercisi’ diye söz ediliyor ve tezinden geniş bir bölüme yer veriliyordu:

“Bir gün Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki Cehennemin İntikamı Kalbimde Kaynıyor aryasını tekrar tekrar dinleyeceksiniz, o gün yeniden Zhdanov şehri eski adı Mariupol olacak ve Andrei Zhdanov’un heykeli yıkılırken, Shostakovich çalacak meydanda ve bir genç kız, Osip Mandelstam’ın şu dizelerini okuyacak Anna için;

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

Çanların yıldızlara değdiği,

Çünkü benim kanım kurt kanı değil,

Ancak bir benzerim öldürebilir beni.

Andrei, edebiyatı dış etkilerden koruma bahanesiyle en iyi yazarları temizlemeye çalıştığı yıllarda sabahtan akşama kadar elinde bardağıyla dolaşır, Josef’e meyve suyu içiyorum, derdi. Kimseye itimadı olmayan lider Josef ise ona güveniyor görünse de, içkiye düşkünlüğünden dolayı sık sık onu ortadan kaldırmayı düşünürdü.”

•••

Kronolojik olarak tarih sözkonusu olduğunda önde gelen kişilerden biri olmasa da kendi küçük çevresinde sevilen biriydi Cahit Hüsnü Bey. Neden sevildiğini bir gün kendi kendine şöyle açıklamıştı: “Felsefeyle hiç işim olmadığını çok iyi biliyorlardı, sadece tarihleri sıralıyordum onlara, biliyormuş gibi yapmalarına da ses çıkarmıyordum. Bu, eski bir yöntemdi; geçerli, dikey ve zararsızdı. Birkaç basamak çıkabilmek için ideal bile sayılabilirdi. Tarih öğrencisiyken tanıdığım sıkı bir Epikürcü olarak tanınan Victor’dan söz etmek isterim size; dünya felsefesini taramış, dil üzerine sürdürmüştü çalışmalarını. Marx’ın arkadaşı Heine’den iki şiir çevirmiştim o yıllarda ve ona göstermiştim. Hiç düzeltmemek daha iyi, öyle kalsın demişti. O zamanlar şakacı biri olduğunu kimse anlamamıştı, bugün bile sıkıntıları vardır bu konuda.”

•••

Sayılı günlerdendi. Ellerini masaya dayamış, benzer bir günü tam anlamıyla yaşıyor sayılmasa da, iyiden iyiye sıkıldığını hissetti tüm benliğiyle. Bazı kelimeleri hiç kullanmamayı özenle sürdüren bir yazarla tanışmıştı bir yemekte. Neden, diye sormak gafletinde bulunmuş, açıklamalarını dinlerken buna binlerce kez pişman olmuştu.

•••

“Tarihte yasalar aramaktan vazgeçilmelidir, her tarihsel olay bir kez ortaya çıkan bir gerçekliktir,” diyordu Herder.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Canını yakmak beni mutlu ediyor

bugün bütün sevinçlerim yeşil. yokluğunda, bir nefes uzağımda ya da; bilmem var mıyım? bilmem kalmış mıyım hiç? gitme tekrar desem? çok zor oldu seni bulmam. hergün güneşi
selamlamak kolay iş değil yaren! her gece ardından el sallamak eski güne, kolay olmuyor! hadi yüklen sen de biraz. al üstümden, çek al bu sonbaharları.. sana bir aydınlık
borçluyum eskilerden. ve sen, yaşanmak üzere beklerken anılar önümüzde bizi, yüzünde rengarenk baharlar açar.. büyümek yaşlanamak, eskimek olmamalı. kirlendi mi dünya yoksa?
Bana daha önce hiç kimseye etmediğin küfürlerden et! Eskizlerden kurtulmak adına yak takvimlerini! Bana öle vur ki, acımdan mutlu olayım!! öyle bir dünyadan bahset ki bana
varlığına inandır beni. kıtalarını keşfeden ilk kaşifleri bizler olalım. hiç söz etmesen de olur. bana öyle sessiz ol ki, duyabileyim söylemek istediklerini. bana öyle bir ben ol
ki, acının da benden kaynaklı olduğunu bileyim. ağladığında göz yaşların olduğumu bileyim. canını yakanın ben olması beni mutlu ediyor. ya da bir tebessüm olup geleyim yüzünün
orta yerine.. aklın yanımda değilken, hayallerinde yaşayan bir ben var mı? kaç kişi başladın yıllar sonra hikayene?

o zamanlar farklıydı, başkaydı demiştin amelia. peki şimdi nasıl? havayı kokladığında seninde burnuna yağmur kokusu gelmiyor mu yoksa? aragorna selam söyleyin benden. korkularını
terk etsin. bak, gökkuşaklarının 8. rengi hep benim cebimdeydi..

YUNUS EMRE KARADENİZ

5 Nisan 2010 Pazartesi



Bu hafta 5 kısa filmle devam ediyoruz. Filmler şöyledir:
  • Çekirdek
  • Ateş
  • Fahrettin Orda mi Lan?
  • Gönder Gitsin
  • Ben Nerdeyim?

Ayrıca filmlerin yönetmeniyle gösterimden sonra söyleşi düzenlenecektir.

Herkesi bekliyoruz...

Yer:Tenedos Cafe

28 Mart 2010 Pazar


Bağdat
Yıllar boyunca dışanmaya ve yanlız bırakılmaya rağmen mücadeleyi bırakmayan bir kadının, bir "öteki" nin hikayesi.
Bu hafta Ankara Film Festivali'nde Amatör Belgesel Dalı'nda ödül almış Bağdat filmiyle karşınızdayız. Gösterimde filmin yönetmeni Berrak Samur ile söyleşi düzenlenekcektir.
Herkesi bekliyoruz...
Yer:Tenedos Cafe
Saat: 18:30 -20:00

23 Mart 2010 Salı

Into the Wild


Genç Christopher McCandless'in (Emile Hirsch) ilham veren gerçek hikayesinden uyarlanan Into the Wild, rahat ve konforlu yaşamını terk ederek Alaska'nın kırsalında hayatının en büyük meydan okumasını gerçekleştirmek ve özgürlüğü yaşamak için yollara düşen Christopher'ın hikayesini anlatıyor. Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Sean Penn'e yıldız oyuncular William Hurt, Marcia Gay Harden, Vince Vaughn, Catherine Keener ve Hal Holbrook eşlik ediyor. Özgürlüğe Giden Yolda, "güzel olduğu kadar heyecan verici, eğlenceli ve çoşkulu bir film."
Herkesi bekliyoruz...
Ayrıntılar için;
adresinden faydalanabilirsiniz...
Yer: Tenedos Cafe
Saat 18:00, 20:30
Adres: Kızılırmak cad. 29/A-Kocatepe Camii Karşısı
"Metropol sinemasına giderken yolun sonunda solda"

15 Mart 2010 Pazartesi


Arkadaşlar bu hafta 21.Uluslararası Ankara Film Festivali'ne katılıyoruz.

Yer: Çağdaş Sanatlar Merkezi
Adres:Remzi Oğuz Arık Mh. John Ford Kennedy cd. Çankaya

Herkesi bekliyoruz.

Ayrıntılar için:

www.filmfestankara.org.tr

adresinden faydalanabilirsiniz...

10 Mart 2010 Çarşamba
























Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, 16-19 Mart 2010 tarihleri arasında, Edebiyat Fakültesi Tiyatro ve Konferans Salonu'nda belgesel film gösterimleri düzenleyecektir. Ücretsiz olan gösterimlere tüm Hacettepeliler davetlidir.

Program:

16 Mart Salı 14.00 Kedinin İçindeki Fare
14.15 19 Ocak'tan 19 Ocak'a

17 Mart Çarşamba 14.00 Lilit'in Kız Kardeşleri
15.00 Kaybedebilme Kabiliyeti

18 Mart Perşembe 14.00 Mor Menekşeler

19 Mart Cuma 14.00 Bu Ne Güzel Demokrasi!

8 Mart 2010 Pazartesi

8 Mart 2010

Geçen yıllarda bir erkek arkadaşım bana bir adam tarafından taciz edildiğini anlatmıştı… Kimseye söyleme diyerek… Anlattığı tek kişiydim ben. Ne söyleyeceğimi bilememiştim. Onun adına canım yanmıştı. Onur kırıcıydı… Kimseye anlatamıyordu.. Kafanızdan atmak istediğiniz bir anının kabuslarda kılıktan kılığa karşınıza çıkmasından başka bir şey değildir bu.

Diğer yandan dişi cinsiyetliler için çok olağanüstü sayılacak bir durum değil. Sokakta yürürken rahat olmak isterdim; güvende hissetmek.. Ama asla saygı duyulmamış, kendine güveni, saygısı olmayan insanlardan, sersemlemiş halde yaşamını sürdürmek için ne olursa olsun bir neden arayan insanlardan… Ya da hasta insanlardan . . Size saygı duymasını bekleyemezsiniz tabi. Hayalperestlik olur bu. Ama düşünmekten alamıyorum bazen kendimi.. Anneleri, kardeşleri, eşleri, kızları yok mu bu insanların?.. İnsanlık böyle düşmemeli…

Kadınlar Günü diye bir şeyin olması hep bir parça hüzünlü gelmiştir bana. Böyle bir gün olmak zorunda olduğu için bir parça hüzünlü…

Ama kimsenin hüzne yenik düşeceği yok. Bu mağdur olanın değil, edenin ayıbıdır ve ses çıkarmaktan korkmamalı. . .

Aşık olduğum kadınlardan biri… Tori Amos… Sanatçı ismini gerçekten hak eden ender insanlardan olduğunu düşünürüm. Türkiye’nin sorunları hakkında konuşabilirsiniz kendisiyle.. Yaşadığı gezegenden kopmuş biri değildir. Pandora’nın akvaryumu, fırıncı ve Anastasia’yla ilgili size anlatacağı dopdolu hikayeleri var.. Piyanosunu tıngırdatırken aşkı size bir kez daha özetler. O ne kadar paylaşma lütfunu gösterdiyse de bendeki kutsallığı nedeniyle mahremiyetine fazla girmek istemiyorum..

"i don't talk about the details because i can't, but it's freeing to sing that song (me and a gun). i have to go in a trance to sing it. ... it gets exhausting singing it. but there's so much going on that nobody talks about, and i just found that out with myself after so many years of not talking."
(-- tori; the washington post, march 22, 1992)

"i'll never talk about it at this level again, but let me ask you. why have i survived that kind of night, when other women didn't? how am i alive to tell you this tale when he was ready to slice me up? in the song i say it was me and a gun but it wasn't a gun. it was a knife
he had. and the idea was to take me to his friends and cut me up, and he kept telling me that, for hours. and if he hadn't needed more drugs i would have been just one more news report, where you see the parents grieving for their daughter. and i was singing hymns, as i say in the song, because he told me to. i sang to stay alive. yet i survived that torture, which left me urinating all over myself and left me paralyzed for years. that's what that night was all about, mutilation, more than violence through sex. i really do feel as though i was psychologically mutilated that night and that now i'm trying to put the pieces back together again. through love, not hatred. and through my music. my strength has been to open again, to life, and my victory is the fact that, despite it all, i kept alive my vulnerability."

"i wrote it after i saw thelma and louise and that had, humm, i had to let out all that incredible hurt and anger. the anger came. the song was written in the afternoon that i had seen thelma and louise and completed. it it had always been a capella. and when i started writing it, it was as if the blinded was on. i knew exactly what i wanted to say. i mean, i was almost in a trace writing that song. i was back there in that experience, and yet, another part of me was guiding it on. i felt like i was protected writing it, when it was over, when i had looked at what i had written. and the hardest part is performing it every night because, although i know i'm safe, a part of me has to go to that place to sing it. and what this whole process has taught me is, i'm not a victim. although when i go in and sing it every night, there's a certain energy i bring to make it very real and then after the performance is over i can go and have an ice cream and have a life and say, 'this is over. i can talk about it and i have love in my life.' and it's really important to get to that stage." (((
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=me%20and%20a%20gun)))

5am
Friday morning
Thursday night
Far from sleep
I'm still up and driving
Can't go home
obviously
So I'll just change direction
Cause they'll soon konw where I live
And I wanna live

Got a full tank and some chips
It was me and a gun
And a man on my back
And I sang "holy holy" as he buttoned down his pants
You can laugh
It's kind of funny things you think
at times like these
Like I haven't seen Barbados
So I must get out of this

Yes I wore a slinky red thing
Does that mean I should spread
For you, your friends your father, Mr. Ed

Me and a gun
and a man
On my back
But I haven't seen Barbados
So I must get out of this
And I know what this means
Me and Jesus a few years back
Used to hang and he said
"It's your choice babe just remember
I don't think you'll be back in 3 days time
So you choose well"
Tell me what's right
Is it my right to be on my stomach
of Fred's Seville

Me and a gun
and a man
On my back
But I haven't seen Barbados
So I must get out of this

And do you know Carolina
Where the biscuits are soft and sweet
These things go through you head
When there's a man on your back
And you're pushed flat on your stomach
It's not a classic cadillac

Me and a gun
and a man
On my back
But I haven't seen Barbados
So I must get out of this

Me and a Gun şarkının ismi… Dinlediğinizde anlayacaksınız.. Yorum yapamıyorum.. Sadece.. İyi ki var Tori ve iyi ki var böyle insanlar…

Sarışın bir kurt, mavi gözleri çakmak çakmak adam sayesinde burada bir şeyler söyleyebilmekten mutluyum… Teşekkür ederim.

Kadınlar ve erkekler için de ... Günümüzün mutlu geçmiş olması düşüncesiyle..

7 Mart 2010 Pazar

Exclusive Short Movie Part-VII

Bu hafta programımıza 3 güzel kısa filmle devam ediyoruz.
Gösterime herkesi bekliyoruz..

Tarih: 11 Mart 2010-Perşembe
Saat:18.00
Yer: Tenedos Cafe
Tenedos Cafe: Kızılırmak Cad. 29/A-Kocatepe Camii karşısı.

Metropol Sinemasından Kocatepeye giderken yolun sonunda solda =)

3 Mart 2010 Çarşamba

THE BIG LEBOWSKI

Dönemin ilk gösterimine Coen Kardeşlerin(Joel Coen ve Ethan Coen) yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği aynı zamanda senaryosun yazıp kurgusunu yapmış oldukları The Big Lebowski filmiyle başlıyoruz...

Herkesi bekliyoruz...

Ayrıntılar için:

http://www.imdb.com/title/tt0118715

http://www.sinema.com/film/2455/buyuk-lebowski

Adreslerinden yararlanabilirsiniz...

1 Mart 2010 Pazartesi

" Bir Zamanlar Anadolu "


Nuri Bilge Ceylan'ın başrolünü Yılmaz Erdoğan'a verdiği yeni filminin adı açıklandı. Ayrıntıları özenle gizli tutulan film, söylenene göre bir doktorla savcının bir gecede geçen gerilimli hikâyesi anlatıyor. Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı açıklamaya göre film Cannes Film Festivali'ne yetişecekmiş. Cannes için son başvuru tarihi 16 Mart. Festival ise 12-23 Mayıs tarihlerinde gerçekleşecek. Festivalin bu seneki jüri başkanı Amerikalı yönetmen Tim Burton.

26 Şubat 2010 Cuma

!f 2010'un Ankara ayağı başladı.



!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin Ankara ayağı 25 Şubat Perşembe günü başladı.

Keş!f, Hit Filmler, Erkeklik Halleri, Sesli Yaşam, Fantastik Filmler, Sessiz ve İsyankar, Dünyanın Çivisi, “Açılım”, Gökkuşağı, !f Kült, !f Kısalar, Nöbetçi Sinema ve Özel Gösterim bölümleri altında birçok bağımsız yapım Ankaralı seyircilerle buluşacak.

Gösterimler CEPA Alışveriş Merkezi’ndeki AFM salonlarında gerçekleşirken, Türkiye’den Kısalar bölümündeki kısa filmler de Ankara Üniversitesi (AÜ) İletişim Fakültesi (İLEF), ODTÜ Görsel İşitsel Sistemler Araştırma ve Uygulama Merkezi (GİSAM) ve Türk-İngiliz Kültür Derneği’nde (TBA) izlenebilecek.

Ankara'daki program, 25-28 Şubat tarihleri arasında, 4 gün sürecek. 

Bilet fiyatları tam 12 TL, öğrenci 10 TL. Hafta içi saat 19.00’a kadarki gösterimler ve yerli filmler 5 TL iken 21.30 - 22.00 seansları 13 TL.

Program için; http://www.mybilet.com/if2010.php

25 Şubat 2010 Perşembe

Art By Chance 2010


HAREKETE GEÇME ZAMANI
Dünya filminle karşılaşmaya hazır!

ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali 2009 yazında Mayıs-Temmuz ayları arasında 13 ülke, 70 şehirde yer aldı ve 1 milyardan fazla insanla buluştu. Herkese ulaşma ve onları sanatla buluşturma iddiası taşıyan festival aynı anda farklı coğrafyalarda milyonlarca insanla buluşarak içerik ve büyüklük anlamında bir ilki gerçekleştirdi. 


ART BY CHANCE 10 Mayıs 2010'da birçok ülke ve şehirde yer alacak. ART BY CHANCE katılımı 30 sn uzuluğunda ZAMAN temalı filmleri bekliyor.


ART BY CHANCE 2010’da bu senenin teması ZAMAN. Metropollere yayılacak filmler modern insanın en büyük dertlerinden birinin şehir yaşamının kurgusunu nasıl değiştirdiğini ve zaman kavramının farklı belleklerde nasıl yer edindiğini keşfe çıkıyor. Kurmaca, belgesel, animasyon ve video art‘ın her örneğine açık olan festivalde katılımcılardan zaman kavramını 30 sn’de işlemeleri bekleniyor.Ayrıntılı bilgi için; http://turkey.artbychance.org/festival.htm

24 Şubat 2010 Çarşamba

Owen Wilson yeni Woody Allen filmi için imza attı.


Yönetmen Wes Anderson ile yaptığı başarılı işlerle tanınan Amerikalı aktör, bağımsız senarist/yönetmen Woody Allen'ın adı henüz belli olmayan 2010 Paris projesi için imza atan ilk isim oldu. Daha önce, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin eşi ünlü model/şarkıcı Carla Bruni, Allen'ın kendisine yeni projesinde rol önerdiğini ve tecrübesi olmaması rağmen teklifi kabul ettiğini söylemişti. Filmin konusu ise her Allen filminde olduğu gibi sır gibi saklanmakta.

Woody Allen'ın, başrollerini Anthony Hopkins, Naomi Watts, Josh Brolin, Antonio Banderas ve Freida Pinto'nun (Slumdog Millionare) paylaştığı son filmi " You Will Meet A Tall Dark Stranger "ın 2010 yılının sonbaharında gösterime girmesi planlanıyor.

20 Şubat 2010 Cumartesi



Dancer İn The Dark filminden küçük bir sahne..

Film 2000 yılında çekilmiştir. Filmin senaryosunu ve yönetmenliğini Lars Von Trier yapmıştır. Von Trier bir söyleyişinde uçak korkusundan dolayı hiç Amerikaya gitmediğini söylüyor. Amerikaya gitmeden bambaşka bir coğrafya da ortaçağ Amerikasını İsveç'de canlandırması takdire değer bir başarıdır. "Dancer İn The Dark" Cannes Film Festivali(2000)'nde "En iyi Fim Ödülünü" kazanmıştı. Filmde İzlandalı sanatçı Björk filmdeki oyunculuğuyla "En iyi Kadın Oyuncu" ödülünü aldı.

Filmin aldığı diğer ödüllere burdan ulaşabilirsiniz : http://www.imdb.com/title/tt0168629/awards

Bir dramı müzikalle bundan daha iyi anlatan başka bir film var mı acaba?

2 Şubat 2010 Salı

Köprüler,gazeteler ve mucizeler

Trende uçuyordu kahverengi gözleri ağaçlarla birlikte, uzaklaşıyordu. Camlara vuran yağmurla buğulanıyordu geçmişi. Adım adım ilerledi anıları bahçede. Hamağında uzanırken, ellerine baktı, avuçlarında küçük adımlarla ona yaklaşan kadının gözleri giderek büyüyordu.

“Bu gece gidiyorum”, dedi kadına, “biletim Paris’e”. Sonra geri döndü ve sanki bir anda kayboldu.

Ağır işlerden yorgun düşmüş nasırlı ellerini hissetmedi yüzünde, silemedi sanki gözyaşlarını. Parmaklarından akan su damlarının yol alışını izledi avuçlarının derin çizgilerinde.

Çantasından küçük bir kutu çıkardı ve orada zamanı hapsetmiş bir saate öylece baktı kaldı. Sonra saati okşar gibi dokundu, yıllar öncesinin bir ayrılık anını seyre koyuldu. Anne ve babası karşısındaydı. Babası yeleğinden çıkardığı saati ona uzatıyordu. Sarılmışlardı, Andreas’ın dolu gözleri yapışmıştı cama.

Köprünün altında güneş ateş renginde göründüğünde, üzerinden uçup giden gazete sayfaları onu sabah ayazıyla başbaşa bıraktı. Yerinden kalktı, sendeleyerek musluğa kadar yürüdü, sonra ceplerini yokladı, hiç parası olmadığı anladı, sessizlik onu üzmedi, merdivenlere yöneldi.

Artık her sabah, nehrin kenarında böyle başlıyordu her şey.

Karşısında biri duruyordu şimdi. Merdivenlerden ağır ağır inişini gözlemişti adamın. Elinde bastonu, melon şapkasıyla etrafa bakıyordu. Yüzünde garip bir ifade vardı, sanki hem gülüyor, hem de ağlıyordu. Andreas’a döndü ve:

“Bir ihtiyacınız var mı”, diye sordu.

“Teşekkür ederim, kendimi iyi hissediyorum, dün akşam üzerimdeki gazeteyi okurken kendimi çok şanslı biri olarak düşünmüştüm...”, dedi Andreas.

“Sizi rahatsız etmek istemem, belki size bir yardımım dokunabilir. Zaman, hepimiz için dünyanın lütfetmesi ve mahrumiyetlerin toplamıdır. Yönümüzü neyin tayin edeceğini bilemeyiz bile. Mutlaka bir bağlantı kurulur sırlar arasında... ”

“Beni tanımıyorsunuz bile...”

“Önemli değil, bende fazla olan sizde hiç bulunmayabilir, şu sulara biraz eğilebilsek balıklara ulaşabiliriz, onlar da bizi görebilir; bakın size biraz para verebilirim.”

“Birkaç frank yeter bana.”

Melon şapkalı adam, elini ceketinin cebine atar ve cüzdanını çıkarır ağır hareketlerle:

“Size 200 frank verebilirim...”

“Ama size nasıl geri ödeyebilirim, bilmiyorum, adresinizi öğrenebilir miyim?

“Adresim yok, ben de köprüaltında kalıyorum, ama size bir rahibenin adını vermek istiyorum, paranız olursa bir pazar ayinden sonra ona verebilirsiniz.

Adam, parayı Andreas’a verir ve merdivenlerden çıkar, gözden kaybolur.

Andreas, kısa bir süre adamın arkasından bakar, şaşkınlığı geçince o da basamaklardan tırmanır, kendini caddeye atar. Karşıya geçer, hemen bir meyhaneye girer ve içmeye başlar, akşam olunca da bir otele gider.

Uzun zamandır yaşamadığı yeni bir hayata geçmiş gibidir. Küvete bırakır kendini...

Sabah olduğunda yine aynı yere gider, bir kahve, bir de rom söyler. Biraz sonra yanındaki masaya biri gelir, ona bir iş teklif eder. Hemen kabul eder Andreas, paranın yarısını da avans olarak alır. İki gün sonra da iki yüz frankı alır ve kendine nefis bir ziyafet çeker.

Ertesi gün yine aynı meyhanededir, akşama kadar içer yine, sonra otele gider orada da içmeyi sürdürür.

Sabah çan sesleriyle uyanır, birden pazar olduğunu hatırlar ve borcunu vermek için yola koyulur. Artık parayı ödeyebileceği için çok sevinçlidir.

Kiliseyi bulduğunda ayine kadar biraz zamanı olduğunu anlar, yine bir meyhaneye girer ve içmeye başlar. Çan seslerini tekrar duyduğu anda iskemlesinden düşer ve öylece kalır. Birkaç kişi onu kiliseye taşır. Yarı baygın karşısında rahibeyi gördüğünde elindeki parayı uzatmak için bir hamleye girişir, ama başaramaz, son nefesini verir.

sahne

Şehrin tramvayları beyaz bir örtünün içinde ilerliyordu. Genç kadın, gideceği yere daha iki durak olmasına rağmen yerinden kalktı, kapıya doğru ilerledi. Köşede, paltolarının içinde kaybolmuş iki çocuk konuşuyordu:
“Nefret ediyorum yatılı okuldan...”
“Ablam da nefret ederdi...”
“Eve gitmek ne güzel...”
Alice camdan kendini seyrederken çocukluk yıllarında karlar içinde yol alan kızağını görüyordu. Kırmızı beresi, ışıklar ve Vertov’un kamerasıyla parçalanan görüntüler hızla akıyordu. Bir adam iskambil kâğıtlarıyla oyunlar yapıyordu. Ellerinin çabukluğu şaşırtıyordu herkesi. Hüner ve sihrin büyüsü bir çocuğun gözlerinde hayat buluyordu.
Sonra kardeşiyle bir kuklanın gözyaşlarına tanık oluyordu. O da ağlıyordu sessizce.
Bir gece önce yine karlar içinde yürüyordu sayfalar arasında. Kırmızı lekeler kısa bir sürede beyaza dönüşüyor, uzaklardan bir şarkı duyuluyordu kesik kesik. Sonu anlaşılmıyordu.
Vera’yı kaybetmiş Boris’in çabaları, yazılarının satır aralarında yeni bir tarihin başlangıcı gibiydi.
Buzlanmadan öncesi...
Boris’in notlarında okuduğu anlatılamayan soğuk geceler bir kez daha üşütüyordu onu, Vera’nın ayak izleri şimdi onu tiyatroya götürüyordu. Boş sokaklarda hızla yürüyordu.
Salona girdiğinde birkaç kişiye selam verdikten sonra yan taraftan kulise yöneldi. Heyecanlıydı.
Ona sahneye çıkmadan önce iyi şanslar dilemeye gelmişti. Kapının önünde biraz durdu, söylemek istediklerini aklından geçirdi. İlk kelimelerin söylendiği, satırların yazıldığı saatler, birinci perdenin son cümlesi...
Ben sadece yolu biliyorum, rehber değilim...
“Kendimi senin beni gördüğün gibi düşünüyorum artık. Bu sadece kısa beraberliğimizin bir sonucu. Değiştiğimi de söylemek istemiyorum tabii, başka biri olamam zaten. İlk zamanlarda ruhsal sayılabilecek desteğini aldığım günlerin etkisi sürüyor hala.
Kendini sahneye hazırlarken, sana bunları söylemem ne kadar gereksiz olacak...”
Alice eve döndüğünde içinde garip bir duygu vardı. Sevgilisinin hem yazıp hem oynadığı oyun için çıkan bir eleştiri, onu birçok açıdan rahatsız etmişti.
Kendini huzursuz bir alanda, karışık, içinden çıkılmaz cümlelerle tuhaf bir kuyuya düşmüş gibi hissediyordu.
Anlamanın, tiyatronun incelikleri üzerine boşluklar o kadar fazlaydı ki...
Ama yine de tanıdığı bir yapıtı incelemenin zorluğuyla karşı karşıyaydı.
Aklı fikri oyundaydı; oyuncular geçiyordu gözünün önünden odanın içinde.
Birinci perdeden cümleler geliyordu.
Kendi sırlarını dışa vuracak kadar cesur değildi, kendi kurduğu dünyanın dışına itilmişti.
Çevresi boğuyordu sözcükleri.
Sandığa vuruyordu ışıklar...
Genç kadının sandığını açmaya hiç niyeti yoktu, yardıma da ihtiyacı yoktu.
Zil çaldığında hemen kapıya koştu Alice.
Sakladıklarını yıllarca kimseye göstermemişti.
Sürekli sandığa baktığını görüyordu seyirci.
Dalıp gitmişti lambaya.
Sadece geceleri nereye baktığını görüyordu seyirci.
Işıklar yandığında, alkışları duyuyordu.
Okuduğu yazıdaki kayıtsızlık, özensizlik öyle korkunçtu ki devamını getiremedi.
Onun hakkında yazı yazmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha düşündü. Aslında her şeyi yeniden ele alıp bir yanlışa düşmekten kurtarmaya çalışıyordu kendini, hem de yazıyı...
Tepeden bakan biri gibi yorumlayanlardan farklı bir stille sıyrılmak istiyordu. Çevresini saran birilerine benzemekten korkuyordu kalemi.
“Onlar ki istedikleri zaman ortaya çıkar” diyordu, “birilerinin gözüne girmek için çeşitli konularda gerekeni yapar, çevreye birçok değersiz insanı katıp kaybolurlardı.” Hatta ilerde, bazılarının satırlarına göz attığında da karşısında farklı bir oyundan bahsedeceklerinden emin gibiydi. Neler yazamayacaklarını görüyordu.
Yalan söylemenin, önemi yoktu onlar için, en büyük günah yetersizliklerini birinin ortaya dökmesiydi.
Kapıyı açtığında karşısında yorgun ama çok mutlu bir adam vardı, sarıldı...

13 Ocak 2010 Çarşamba

. . .MEMORY. . .
Daylight
See the dew on the sunflower
And a rose that is fading
Roses whither away
Like the sunflower
I yearn to turn my face to the dawn
I am waiting for the day . . .

Midnight
Not a sound from the pavement
Has the moon lost her memory?
She is smiling alone
In the lamplight
The withered leaves collect at my feet
And the wind begins to moan

Memory
All alone in the moonlight
I can smile at the old days
I was beautiful then
I remember the time I knew what happiness was
Let the memory live again

Every streetlamp
Seems to beat a fatalistic warning
Someone mutters
And the streetlamp gutters
And soon it will be morning

Daylight
I must wait for the sunrise
I must think of a new life
And I musn't give in
When the dawn comes
Tonight will be a memory too
And a new day will begin

Burnt out ends of smoky days
The stale cold smell of morning
The streetlamp dies, another night is over
Another day is dawning

Touch me
It's so easy to leave me
All alone with the memory
Of my days in the sun
If you touch men
You'll understand what happiness is

Look
A new day has begun . . .


:)) Bir müzikalin ne kadar iyi olduğunu bence müziklerinin kulağımıza ne kadar çalındığı kanıtlar . . Sayısız ödül sahibi, ''The Phantom Of The Opera'', ''Evita'', ''Jesus Christ Superstar'' ve nicesi hazinelere imza atmış Andrew Lloyd Webber'ın unutulmazlarından biri Cats müzikali.
Thomas S. Elliot’ın ''Yaşlı Sıçan'ın Pratik Kediler Kitabı''ndan (The Old Possum's Book of Practical Cats, aslen Elliot'un mektuplar halinde torunlarına yazdığı kitaptır) esinlenilen Jellicle Kedileri'nin hikayeleri izlerken gözlerimizin çizgileştiğini, bıyıklarımızın çıktığını ve Rum Tum Tugger'la kuyruk sallamaya başladığımızı hissedebileceğimiz bir karnaval.

Çok sevmeme rağmen içinde pek bir anlam barındırmayan çapkın müzikallerin aksine Cats derinden derine çok fazla şey anlatıyor. Bir yandan içimdeki çocuğa Jellicle'lardan biri olma hayali kurdururken diğer yandan danslarına, müziklerine hayran bırakıp bir yandansa milimi milimine oranlayarak yaptığı benzetmeyle çaktırmadan kendine kilitlemişti beni . .

Pek fazla müzikal geçmişi olmayanlara ilk önerim Cats olur sanırım.. Çünkü senfonikten Rock'n Roll'a birçok müzik türünü içinde barındırıyor ama bir o türe bir bu türe koşup kafa karıştırmak yerine profesyonel bir uyum içinde tane tane sunuyor notaları...


İlk kez 1981 yılında sahnelenmiş... Canlı izlemeyi çok isterdim;ne yazık ki 2002 yılında sona ermiş sahnelenme olayı. Bir sitede okuduğuma göre 3358 kez sahnelenmiş . . Memory 100 üstünde sanatçı tarafından yorumlanmış.. Susan Boyle bununla epey alkış almıştı hatta. Ben Elaine Paige'den müzikaldeki orjinal halini çok seviyorum; annemin kulağında Barbara Streisand'ın sesiyle kalmış; Sarah Brightman'ın ortalığı inletmişliği var Memory ile.. Ve... Bir de Simone Simons'un cennetten inme sesi ve Epica'nın ''Beyond The Depth'' şarkısındaki atmosferiyle harmanlanmış baş döndüren versiyonunu tavsiye ederim x))
Memory... Tüm şarkılar biraz eksik gelmiştir hep bana. Ya fazladan birkaç notaya ya da farklı sözlere ihtiyaç duyarım içten içe hep. Memory ise beni afallatan, kör ve dilsiz bırakan bir şarkı. Şarkı bir gecede yazılmış Webber tarafından. Sözleri yine Elliot'un ''Rhapsody On a Windy Night'' şiirinden yararlanılarak Trevor Nunn tarafından düzenlenmiş. Kendimi gerçekten şanslı hissediyorum bu şarkı ve müzikali tatmış biri olarak. Paylaşmak istedim umarım hoşunuza gider :)

9 Ocak 2010 Cumartesi

Okyanus Sisleri Kaplı Ellerin..

okyanus sisleri kaplı ellerin
gözlerini her kırptığında
havaya dağılan tuz kokusu..
paramparça filikalarda
canımı emanet ettiğim..
gökyüzünde sancı!
adın: gündoğumu.
akşam vakitleri
yakakoz yakamoz hüzünlerin..
kirpiklerin
parmak uçlarımdaki
kıymıktan misinalar..
her satırda
daha da derinlere batan..

bir beden küçük kazağım
ve
üstüne giydiğim bordo bir gömlek
yakaları kolasız..
karanlıkta renklerini
kestiremediğim bir elbise
dizlerine kadar inen..

bir kemirgen var mide duvarlarımda
debelenen..
seninse dizlerine musallat
kış ayazlarının çıplak soğukluğu..
kara şehir suskun!
gri bir isle boyanmış gökyüzü
saatse bilmem kaç olmuş
belki de hiç varılamayacak duraklarda
kaçırılan otobüsler misali..

okyanus sisleri kaplı ellerin..
gözlerini her kırptığında
havaya dağılan tuz kokusu..

Yunus Emre Karadeniz..

1 Ocak 2010 Cuma

KIŞ ŞARKISI

Hava birden soğudu. Güveler yemeye başladı üstümüzü örten yapraklardan battaniyemizi. Kış sinsi adımlarla yaklaşıyor... Şişko çenesinden üflediği sisle süpürüyor ayakkabılarımızdan sokağa hatıra tozları... Gökyüzünün güneşin sarı tualinde mavi-beyaz fırçalarıyla boyadığı ağaçlar doğum günü kutlamak için gün sayıyorlar. Vakti geldiğinde her biri fırlatacak konfetilerini ve üşümeye başlayan yağmurla rüzgar eş olarak seçtikleri mumlarla baloya gidip dans edecekler...
Ne tuhaf dünya... Hava birden soğudu. Hiç haber vermeden. Ayrılacağı belli iki sevgili gibi birdenbire terk etti samyeli ve denizler birbirini... Birdenbire üzüldü deniz... Köpük köpük oldu gözleri!.. Samyelininse içi yandı, Güney Yarım Küre'ye değin yollara vurdu kendini; bir daha denizin yanından bile geçemedi... Korkuyor kırlangıçlar, bulutlar arasından fısıldananlar da ne böyle? Fırtına esti geçti. Kimse gelmiyor artık bu köye öteki taraflardan...
Hava birden soğudu, gece Hyades etrafında oturmuş şarkı söylerken birdenbire savurdu Yedi Kız Kardeş'i... Stumblin in kaldı şimdi ışıklarından geriye sadece... Bikaç tatlı nota.. Sokak lambaları ve Dolunay nöbetleşe aydınlatıyor artık evlerini kedilerin... Birkaç tane de hatıra tabi Grizabella'dan hediye, puslu bir pelerin...
Kış, masallarını üflüyor kulağıma. Sokakta gazeteler üstünde, kartonlara sarılarak bile olsa şikayetsizce, çabucak uyuyabilen çocuklar olduğunu anlatıyor sessizce.. Ama uyanması zor olur o tatlı, derin uykudan diye ekliyor sonra... Şımarık olanların peluş battaniyelerine sarılıp okula gitmemek için yataktan çıkmayışı gibi.. Onlar da kenarları buz tutmuş kartonlarına sarılıp minik elleriyle, uyanmak istemiyorlar belki de sıcak uykularından hayat okulunun buzlu gerçekliğine... Nerde kaldın Peter, Sandman'den sonra mı gideceğiz Neverland'e???...